İstanbul’a yeni taşınmıştık. Hayallerimin yıkıldığı an anladım, burası gerçekler ülkesiydi ve İstanbul da başkenti. Artık çocukluğa son. Ben ki İstanbul’u “süt döksen yalanır” cinsten bekliyordum. Çünkü televizyonda hep böyleydi. Oysa ki İstanbul Haliç’iyle, egzoz, sigara ve kömür dumanıyla karşılamıştı beni. Cumhuriyet’in kuruluşunun yıldönümü kutlanıyor ve ilelebet yaşatılacağına dair törenler yapılırken biz göç yolundaydık. Tarih: 29 Ekim 1997… Bu tarihten sonra büyümeye başlayacaktım demek ki. Bu tarihten sonra öğrenecektim ülkeyi, memleketi ve gerçekleri.
Alibeyköy. İstanbul sırtlarında bir gecekondu semti. Taşan derenin gecekonduları basmasıyla nam salmış. Yoksulluk penceredeki rüzgar gibi uğulduyor ev içlerinde. Duvarlar soğuğu geçiriyor ama yoksulluğu yansıtmıyor dışarıya. Ev içlerindeki keder bacalardan tütüyor.
Henüz ortaokul ikiye gidiyordum Metin Göktepe ismini ilk duyduğumda. Mahallenin arkasındaki lisenin bahçesinde top oynarken anlattılar. Mahalledeki abiler Metin’in katlini anlatıyorlardı: “Şurada işkence edildi. Cenazesi şu caddeden geçti. Cemevi’nde toplandı herkes” diyerekten. Alibeyköy’de oturuyorduk. Metin’in katledildiği yerde. Bilemiyorduk neden öldürüldüğünü. Kimlerin öldürttüğünü. Polislerin neden işkence ettiğine ve bir gazeteceyi görevi başında öldürebilecek kadar gözü kara katillere dönüştüklerine aklımız ermiyordu o zamanlar. Çünkü yaşımız gereği bizler polisi hep ”iyi ve yardımsever ve vatandaşları düşünen insanlar” olarak öğrenmiştik.
Çocukken duyduklarımı daha sonra yorumlayacak ve ipin ucunun ne kadar ‘derinlere’ gittiğini görebilecektim. Metin Göktepe’nin katledilmesinin ardından 19 yıl geçti. O zaman çocuk olanlar ve olayları duyanlar şimdi birer yetişkin ve kimileri Metin’in mücadelesinin içinde yer alıyorlar. Yani doğrudan, güzel olandan yana haksızlığın karşısındalar. O gün yeni doğmuş çocuklar şimdi 19 – 20 yaşlarındalar…
Metin Göktepe ismini ilk kez duymamın üzerinden tam on yıl geçmişti. Bir bayram günü Metin Göktepe’nin evine ziyarete gittik Fadime Ana‘yı görmek için. Yaklaşık on kişiyle bayramı vesile ederek Fadime Göktepe’nin elini öptük. İçeri girince her odada Metin’in resimleri karşıladı bizi. Her duvarda farklı bir gülüşü ile göz göze geliyorduk. Bir duvardaki resimlere bir de Fadime Ana’ya bakıyorduk. Ne konuşacağımızı bilememiştik ve ilk kez ziyaret ettiğimiz için de bir gariplik, tedirginlik taşıyorduk. Hal hatır sormanın dışında neyden bahsedebilirdik? Suskunluk yaratmamaya özen gösteriyorduk ama ne konuşmalıydık tam olarak da bilemiyorduk. Önünde sonunda biz istemesek bile söz dönüp dolaşıp Metin’e gelecekti. Ama lafın buraya gelmesini istemiyorduk. Çünkü halen taze bir yaraydı bu ayrılış. Kanayan ve kabuk tutmayan bir yara. Biz bunları düşünürken Fadime Ana bizi izliyordu. Sanki düşüncelerimizi okumuştu. Sessizliği bozdu. ”Hepiniz benim çocuklarımsınız. Hepinizi çok seviyorum.” demişti. Duygulanmıştık. Evin en küçüğüne bizi anlatıyorlardı. “Abilerin geldi, Metin amcanın arkadaşları bu abiler” diyerekten. Ama orada bulunan hiçbirimiz Metin’le tanışmamıştık. Hayatımızda bir kere olsun konuşmamıştık bile. Ama bir insanı sevmek için, değer verip sahiplenmek için ille de onu görmek gerekmez. Hele ki bu insan devrimciyse bire bir tanımaya gerek yoktur. Bu haklı kavga hep yaşatacaktır kendi şehitlerini. İnsanlığın ilerlemesi ve yeni insan için mücadele eden hiç kimse aradan yüzyıllar geçse de unutulmaz. İnsanlığın hafızasında, mücadelenin tarihine kazılıdırlar.
10 Nisan Metin Göktepe’nin doğum günü. Metin Göktepe aramızda. Bir grevde haber yapıyor, bir işçi ailesiyle söyleşi gerçekleştiriyor. Mücadelenin en önemli anlarında deklanşöre O basıyor. İyi ki doğdun Metin!
Çağlar Mirik / 10 Nisan 2015 http://gezite.org/o-deklansore-basmaya-devam-ediyor/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder